ZİFİR #2
Yürüyen merdivenden sendeleyen adımlarla indim. Dün geceki halı saha maçından kalan yorgunluğum adımlarımın sekmesine sebep oluyor. Her pazartesi olduğu gibi okul yolu, yorgun beden. İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesi bekle beni! Ben geliyorum. Çoğu insan için motive edici o cümle her anı bir kovalamacaya dönüşen hayatımın hayaleti oldu.
Üniversiteyi kazandığım sene hayatımın bundan sonraki her günü daha güzel olacak sanıyordum. Ülkenin en seçkin hukuk fakültelerinden birine gidecek, savcı bir babaya sahip olmanın önceliğiyle mezun olduğumda hayatım kurulmuş olacak ve özgürlüğüme kavuşacaktım. Hayaller gerçek olamayacak kadar güzeldir. Gerçek olmayacak çünkü siz hayal değilsiniz. Çünkü, hayallerde yaşayan o karakterlerin sadece hayalleri var. Onlar işe giderler ama eve dönmezler. Siz işten çıkar, eve döner ve gerçek dünyada yaşamaya başlarsınız. Biz insanlar, sadece işe giderek ve sadece başarılı olarak mutlu olmuyoruz.
Küçükken
hayatımın tam bugününde mutlu olacağımı sanırdım. Aile evinden ayrılıp tek
başıma yaşamaya başlamış olmak benim tüm sorunlarımı çözecekti. “Sonunda özgürüm!”
diye bağırıp aldığım nefesi kafamda hiçbir düşünce olmadan verebilecektim.
Hayatı sorgulamadan yaşanan birkaç ayın sonunda, özgürlüğün
tanımı değişti. Özgürlük sadece eylemlerin sorgulanmaması değil zihnindeki düşüncenin
de sorgulanmamasıymış. İnsan gibi düşünememeye ve kendi fikirlerimden bile
korkmaya başlayınca; okula gitmek zor gelmeye, fakültede yapılan boş muhabbetler
ve gidilen partiler can sıkmaya başladı. Bir yerde durmam gerektiğini
hissettim. Zaman, günler içinde
yavaşlamış aylar için de hızlanmıştı. Sabah uyanıp akşamı bekliyorum, akşam
olmuyor. Ancak her gün, ay başıymışçasına hızlı bitiyordu aylar. Hayallerimi
kaybetmiş okula gitmemek için onlarca bahaneyi sıralar olmuştum. Tuğla gibi
hukuk kitapları, onlarca dava dosyasını okumak hatta görmek bile istemiyordum.
Durduğum her an gerçekliğin dışında zihnimdeki cümlelerle savaşır buluyorum
kendimi. Bir ses beni gerçeğe geri döndürene değin.
“Gebze yönüne
gitmekte olan tren birinci perona varmaktadır.”
Kafamı
kaldırıp yorgun bedenimi zorla ayakta tutan ruhumu hissetmemeye çalışarak trene
doğru baktım. Az ötede gözleriyle kıyafetlerimi süzen orta yaşlı bir adamla göz
göze geldim. Kıyafetlerimi süzüyordu ki,
o sırada duyulan siren sesiyle bakışlarını üzerimden aldı. Orta yaşlı
insanların bu garip bakışlarına alıştım aslında ama merak ediyorum. Bu
bakışların altında nasıl bir hayatın olduğunu. Sorgular bakışlara oldum olası
alışığım. Neden diye sorgulayanların yönettiği bir ülkeyiz. Neden onu giydin? Neden
öylesin? Neden öyle düşünüyorsun? Neden ve neden?
Hayatıma
girenlerin üzerimdeki genel algısı ve söylemi “şanslı piç” oluyor. Zengin ve
mevki sahibi bir baba, iyi bir hayat eşittir “şanslı piç”. Aslında her şeye
sahip olduğumu söylerlerken, virgül koyup özgürlükten yoksun bir bedenin sahip
olamayacağını anlattığım insanlar gibi Türkiye. Ne istemesi gerektiğini bilmiyor.
Siyah
küçüklüğümden beri beni kendine çeken bir renk. Ortaokul yıllarında müzik
tarzım ve gitar tutkumla birleşince rock müzik benim için bir yaşam tarzı
haline geldi. Rock festivallerinde başını sallayan bir liseli olduğum yıllardan
hayatımın bir sınav olduğunu hatırlattıkları mezun yılıma kadar. Özgürlüğüm
elimden alınmış bunu geri verebilecek tek şey sınavda başarı olacaktı.
Başarılı olmalıydım o evden ve baskıdan ayrılmanın tek
yolu başarılı olmaktan geçiyordu. Üniversitede yine Rock Festivallerinde nefes alan
o çocuğa dönüşmem için daha çok çalışmalıydım. Hayatım, bu sözlerin ardından
üzerimdeki giysiler kadar karanlıktı. Ders çalış, biraz daha çalış ve sonra
biraz daha çalış. Başardığını hissetmeden sadece artık başarmış olmak için
çalışmaya devam et. Hukuk okumamın sebebi bu alanda başarılı olmak veya babam
değildi. Özgürlüğü korumak için çalışacaktım. “Hayal” oydu güya ama hayalin
ötesine geçemedi.
Davaları
gördükçe bir avukatın gerçek mesleğinin savunmak olmadığını anladım. Avukatın
görevi kazanmaktı. Her dava uzun soluklu bir satranç mücadelesi gibiydi. Avukat
olmak hukuka inanmak değil kuralları anayasa olan oyunu kuralları kullanarak
kazanmaktı. O büyük idealist rüya yavan bir düşün içinde eriyip gitti. Ben de
sadece hayatıma bakmaya karar verdim kurulu bir düzen. Belirli bir aşk. Kimseye
hesap vermeden yaşamak.
Düşlerin arasından sıyrılıp kapıları açılan trene
binerken sadece bir trene binmek nasıl bu kadar uzun sürebilir acaba diye
düşünüyorum. Hep merak etmişimdir. Acaba Avrupa ülkelerinin birinde doğsam
nasıl bir hayatım olurdu? Bu dönemin en popüler sorusu bu zaten. Tüm
yaşıtlarımın Avrupa’ya olan hayranlığını düşünüyorum. Ben özgürlüğe hayranım.
Kaderimizle olan kavgamızı kaybettiğimize öyle koyu bir
tutkuyla bağlanmışız ki sanırım yaşamanın ne olduğunu tam olarak öğrenemeden
ölüme geçiş yapacağız. Zaten öyle değil mi? Dünya da insanlar doğar, büyür,
gelişir ve ölürler. Ancak Türkiye’de insanlar sadece doğar ve ölürler. Biz
doğduktan sonra büyümeyi ve gelişmeyi öğrenememiş bir grup sapiens değil miyiz?
Bu düşüncelerin aklıma son zamanlarda okuduğum Harrari kitaplarından kaldığını
düşünüyorum. Özgürlük, mutlak özgürlük derken kendimi fark ediyorum. Kendimden
başka hiçbir özgürlüğe saygı duymuyorum.
Ayakta
dengede kalabilmek için tutacaklardan tutundum. O sırada önümde oturan sarışın
bir kızla göz göze geldim. Bir kitap okuyor. Kitap okuyan insanlar her zaman
dikkatimi çekmiştir. Onların düşüncelerinde bir tur atma hissi doğar içimde. Sanki bu dünyada tek okuyan, tek sorgulayan ve tek düşünen ben değilim
diye bağırmak gibi. Biraz uğraşıyorum baktığımı belli etmeden hangi kitabı
okuduğunu anlamak için. Franz Kafka’dan “Dönüşüm” ü okuyormuş. İçimden
düşünüyorum bu kitabı bu kadar popüler yapan neydi ki ben de her sabah yataktan
bir böcek olarak kalkıyorum. Bir kişinin bile bunu anladığını görmedim.
Tren
istasyonda duruyor. Kapı açılıyor. Bir sabah daha bir güne eviriliyor. Trenden
inip kalabalığın arasından merdivene doğru kitap okuyan kızı düşünüyorum. Bedenimden
uzaklaşıp gökten kendimi seyrediyorum kimse vücudumdan çıkan antenleri ve kıllı
ayakları fark etmiyor.
Comments
Post a Comment