Kara Dut

    Anlam üzerine kavga ettiğinizde kendinizle; savaşın sonunda varlıkla karşılaşıyorsunuz. Sorun zamansallık bariyerlerinde bir yaşam, yaşamın içinde göksel bir mesaj arayışı haline geliyor. Cevabı bilebilmen  in koşulu nerede? Bu sınırlar anlam dediğimiz şeyle yolculuğu anlamlı kılmamızı sağlıyor. Yol ne olmaklığıyla yalnızca bir ontik-ontolojik nesneliğe kavuşuyor, ne de bütün ürünlerin tamlığı neticesinde metafiziğin içinde kendine yer buluyor. O halde anlamla kurduğumuz ilişki dasein olmaklığımızdan farklı bir yeti gerektirir mi? Kavramlarla aramızdaki ilişkinin dasein kimliğimizim bir uzantısı olarak metafiziği yaratacağı düşünmek yanlış değil. Bu düşüncenin fundamental bir bileşeni olduğu gibi kendi yolunu belirleme gücünü de gizli tutar.

    Bu yazının konusu, ahlakın bir günah kavramıyla ayrılması gerektiği üzerine olacaktı; oysa başta bahsettiğim kavramları tam ve net biçimde bu sorunsalın tanımında yeri olduğunu düşünüyorum. Diyelim ki ahlak; her şekliyle doğrusallık olarak algılansın. Buradaki doğrusallık etik olmaklığı taşımak zorunda bile değildir. Yani ahlaki olarak sayılanların doğru olması bile gerekmez. Bunun sebebi sadece metafizik midir? İnsandan metafiziği aldığımızda aslında elinden günahı almaktan başka bir şey yapmamış oluruz. Bunu kavramsal olarak değil doğrudan doğruya günlük yaşantının içinden belirtiyorum. Günlük yaşamda ahlak sadece günahlar üzerinden okunur. Bu günahlar seküler ahlak için de geçerlidir. Kurallara uyulması herkesin refah sandığı kısıt bir durum yaratır.

    Burada kuralın bilinç dışından gelmesi büyük bir etken. Bilinç bilinen üçlemesiyle; kendi kuralını süperego olarak taşımaktadır. Bağımsız bir yasa koyucu da bilinç dışından gelmektedir. İnsanlar demokrasi ile birilikte tahsis ettiklerini sandıkları muazzam güç merkezinin sadece korku saldığını anlayamamaktadırlar. Çünkü doğrudan bilinç dışının bir uzantısı onlara sadece kurallar içinde bir özgürlük tanır. Buradaki kurallar; yasalardan çok daha geniş bir toplumsal bilinç dışının eseridir.

    Anlamak üzerine yola çıksa da bir kısır döngüyle karşılaşması muhakkaktır. Çünkü bilinç şekillere girme gücünü değişkenliğini yitirmiştir. Bir şekliyle yüce “muhalafet” kağıt üzerinde bundan sıyrıldığını sanır. Ancak üzerinde konuşulan ev tartışılan bütün yasalar topluluğu sadece safsatalardır. Temel kurum önceliği gücü; güçlüyü korumaktır.

    O halde ilk soruya yani ahlakın günah kavramı ile anlaşılmasına dönecek olursak; ahlak, dasein için bir koşul gibidir. Burada insan yerine dasein dememin sebebi insandan öte bir ahlak kavramının içkin olarak kendini tanıyor olması. Yani ahlak insanı içermemektedir. Bunun sebebi de ahlakın her zaman metafizik olarak algılanmasıdır. Metafizik dışı bir ahlakın varlığını kabul edebilmek insanlara akli olarak zor geldiği söylense de aslında bu ahlakı tanımlamaktan çok daha kolay bir eylemle kabul ederler. Yani metafizik bir ahlak yok denilmişken toplum sözleşmesi bunun varlığını tescillemiştir.

    Suç ve günah ayrılmasalar da çocukluk döneminden başlayan hayatta çocuk suçtan önce günahı tanır. Çok geç bir döneme kadar ahlak belirtisi göstermeyen insan aslında ahlakını yasalardan kazanır. Bu her ne kadar metafizik dışında bir ahlak olmadığını kanıtlamasa da pratikte doğrular. İnsanlar için ahlak günahtır.

    Günahın ve yasağın aslında gerçek bir ahlak olmadığını düşünenler bir zamanlar benim de yaptığım gibi gücü suçlayacaklardır. İnsan güçle hiç tanışmamalıdır. Ancak değişim için de bu gücün elde edilmesi elzemdir. O halde elde edilen güç ne yapılacaktır?

    Bu soru devrimsel bir mücadele sonucunda elde edilmiş güç için gücün birbirinden bağımsız işleyen erkler arasında paylaşması olarak anlatılabilir. Bu da birbirleri arasındaki ilişkinin gücü kamufle ettiği gerçeğini değiştirmez. İnsan elindeki güç ne olursa olsun kullanacaktır. Dünyanın her yerinde güç maniple etmesi en kolay süjedir. Tabii kavramlar da bunlar içindedir. Bilim dahi kendi gücünü kullanmanın gerisinde kalmayacaktır. Bilimsel başarı dediğimiz şey kısır bir alanda anlamlı olan üst bir bilginin önüne geçemiyor. Kendi bağımsızlığı zamandan ayrı anlam kazanan toplum yarattığı her şeyi kutsama yoluna gidecektir. Peki bu kutsamanın boyutu ne derece olmalıdır yahut gerekli bir kutsama mıdır?

    Öncelikle bilimin genel olarak sahibi halk olmalıdır. Bunun gerekliliği bilimi yaratan gücün sahibi birilerinin bilgin olmasını sağlayacak olan düzenin en temel taşları çalışanlardır. Dünya çalışanlar ve çalışmayanlar tarihinde ilerleme göstermiştir. Modern krallar siyaset ve bilimle uğraşan insanlardır. Kendi içinde her ikisi de toplum adına çalıştığını düşünürken özünde olmasını istediği hayatın peşindelerdir. Siyasetçiler, toplumu olması gerektiğini düşündükleri yöne iterler. Bilim insanları da kendi merak ve mücadelelerinin fonlanmasına ihtiyaç duyarlar o halde bunun bir anlamı olduğuna ve toplumu gerçekten geliştirdiğine herkes inanmalıdır.

    Tüm güçler insanın anladığı şeylerin kusursuz gerçek olduğu üzerinedir.

“Artık Tanrı’ya inanıyorum, fakat beyazların zencileri mutlu ettiğine inanmıyorum, çünkü beyazlar Tanrı’yı kirli bir ticaretin aracı olarak götürüyor onlara.”
                                                                                                                             -Ödön Von Horvath

    Ahlakla kurduğumuz bağ, eylemlemlerimizin yapısında kendini gösteriyor. Bir eylem kendini tekrar etme güdüsüne sahip oluyor. Çünkü temelinde ceza olan ahlakımız herhangi bir cezayla karşılaşmadığı sürece en büyük kötülüğü katilliği bile meşru hale getirebilir. Ölüm bizim için tiyatral bir efekt haline geldiğinden cinayette normalleşiyor. Gerekli cinayetin varlığını tartışmak bir yana eylemi ahlaki bulmak hiçbir zaman son bulmayacak cinayetler konisini beraberinde getiriyor. Tartışmamız eylemlerimizin bir karşılığı esasen. Eylemlerimiz bize savaşın meşruluğunu gösteriyor. Eğer ahlaksızlık düşmana karşıysa meşrudur. Yalan, hile ve kötülüğün her sahih karşılığı da ahlaksal olarak doğru. Bir insanı öldürmek her iki toplum için de meşru ve eylemlerin en büyüğü olarak karşılanır. İki toplum savaşmaktadır. İkisi de koruma içgüdüsüyle hareket eder. O halde birinin eylemi kötüyken diğerininki iyi olamaz. Her eylemde olduğu gibi savaşın asıl sebebi de budur. Eylemlerin durumsal ahlakileşmesi kötülüğü organize olarak var kılar. İki topluluğun savaşında şehitler ve leşler olduğu sürece de bu savaş son bulmaz.

    Çünkü ölümün kimliksiz hale gelmesi ölenlerin bu ölümü hak ettiği üzerinden kurulan ahlak bilinç dışının insanlıktan uzaklaşmasına sebep olur. Bu da baştaki tezimizin karşıtını yaratır. Günah karşısında sevap; burada düalizm tamamlanmış olur. Ancak sevap kavramını her toplumu sağlıklı tutan bir şekilde yaşar mı? Ahlaken eylemler kendi halleriyle doğruluk ve yanlışlık kazanmak zorundadır. Yanlışlıkla da olsa bir insanı öldürmek suç sayılır. Ancak bir insanı öldürmek suç sayıldığı kadar diğer yandan savaşın tarafları bunu övmekten başka bir şey yapmazlar. Cinayet ahlakileştiğinde de bundan sıyrılmak imkansız olur.

    Sonuç olarak, ahlak tartışmasında insanları bütünsel bir topluluk olarak anmamızı gerektirecektir. Ontik bilim anlayışımız bunun aksini söyleyecek güce sahip değildir. Felsefemizde bundan bahsedemeyecektir. Güç tekilliği ahlakın ve bilginin üzerine inşa ettiğimiz tüm yapıları da tek tip hale getirecektir. Düşünmenin temelindeki karşıtıyla varlığı tanıyor oluşumuz. Her ahlaki normun karşıtı olması gerektiği öğretecektir. Var bunun aksini söyleme gücü olan tek şeydir. Dasein vardır. Bu kendinde şey olan algısıyla karşıtı bulunmayan ve yaratılamayan yegane şeydir.

“O konuşurken, yeni bir ahlâk anlayışı ve yeni amaçları olan insanların büyük umutsuzluklarını düşündüm.”
                                                                                                                               -Maksim Gorki

Comments

Popular Posts